Mavi Gözlü Kadın

2210

2013-2014 Öğretim yılında 8.sınıf öğrencimiz Delfin Tuna, Günışığı Kitaplığı’nın düzenlediği 2014 Zeynep Cemali Öykü Yarışması’nda “Mavi Gözlü Kadın” öyküsüyle üçüncü oldu.

Mavi Gözlü Kadın

Muğla yakınında bir kasabada otururduk ben küçükken, 7-8 yaşlarındaydım. Saadet adında bir komşumuz vardı, 60’ına merdiven dayamıştı ama 70’lerinde bir kadın kadar yaşlıydı. Kır saçları beline kadar iner, hep iki yandan örülü olurdu. Gözleri vardı bir de, gözleri… Asla hazır olamazdınız insanın ruhuna bakan o gözler için. Buz mavisi, neredeyse gözünün akıyla aynı renk gözlerinde gözbebeği zor seçilirdi. Esmer bir kadındı, gözlerinden beklemezdiniz o rengi, ama asıl şaşırtan bu hayata küsmüş yaşlı kadının keskin bakışlarıydı. İşte o, baktığında en az üç saniye olduğunuz yere çakardı sizi.

Salı pazarı hariç dışarıda göremezdiniz onu, evinin tek odası hariç tüm perdelerini kapatır, açık olan tek pencerenin önünde oturup dantel örerdi bütün gün. Elindeki tığa bile bakmazdı.

Her mahallede olur böyle biri, bahçesine kaçan toplar gözden çıkarılır, domatesleri, erikleri çalınmaz…

Ancak bu kadını, biz mahallenin çocukları için unutulmaz kılan bu değildi. Altın günü bizim evdeydi o gün; biz çocuklar da terlemiş, yorulmuş ve börek yemek için salona geçmiştik. Kadınlardan biri konuşuyordu:

-Öldürmüş kocasını diyorlar… Hem de o tığla! Her gün dantel ördüğü var ya…

Başka biri atladı:

-Yok Aysel Hanım yok… Vallahi biliyorum bu kadının derdini. Hiç kocası olmamıştır bunun, zırdeli bu!

Yaşlılardan birinin sesini işittim:

-Kocası yoktu, neredeyse olacaktı.

Anlatmaya başladı:

-Mahallenin en güzel kızıydı, hep kıskanırdım onu. Ama erkeklere pek yüz vermezdi, o yüzden kimse onu rakip görmezdi kendine. Bir gün Ermeni bir aile taşındı kasabaya, nedendir bilinmez. Bizimki gördüğü anda vuruldu bu ailenin delikanlı oğluna. Zaten  evlatlıktı, on sekizine gelmişti, ailesi artık evlendirmek istiyordu. Kimse Ermeni’dir diye nazlanmadı. Dört aya varmadan her şey hazırlandı, düğün günü geldi. Bir ara oğlan akrabalarla tokalaşmak için ayrıldı kızın yanından.  Mahallenin gençleri gururlarına yedirememişti aşık oldukları Saadet’i bir ‘’Ermeni dölüne’’ vermeyi. Sabahtan beri zıkkımlanıp duruyor, öfkelerini nereden çıkaracaklarını bilemeden sağa sola, çoluğa çocuğa, kasabanın delisine sataşıp duruyorlardı. Önce biri laf attı, sonra beriki sataştı. Oğlan diklendi. Ama köyün oğlanları zıvanadan çıkmıştı. Döverek öldürdüler damat adayını oracıkta.

Saadet de bekledi, bekledi…

Saatler sonra biri çıkıp “Öldü!” dedi. İnanmadı. Ertesi gün cenazesine bile gelmedi çünkü inanmıyordu öldüğüne. Bir haftayı düğün yerinde geçirdi, komşuların getirip zorla yedirdikleriyle ayakta duruyordu.

Bir iki “Ah vah, cık cık!’’ sesleri duyuldu kadınlardan. Kimse de pek dertlenmedi.  Ama bizi şaşırtmıştı bu duyduklarımız. Çocuktuk, bize pek anlatılmazdı bunlar. Osman atladı hemen ‘’ Arkadaşlar, bu kadın bizim topumuzu geri vermemişti bahçesine kaçınca, bir oyun oynayalım mı şuna? Cezasını verelim!’’ herkes üstüne atladı bu fikrin.

Ben itiraz ettim yalnızca. “Korkaklığımla” alay ettiler, ben de yediremeyip onlara uymayı kabul ettim. Sonradan anladım ki cesaretle ilgisi yoktu. Vicdan hesabıydı, cesaret adı altında üstünü örtmeye çalıştıkları acı acı sızlayan vicdanları. Hep beraber çıktık sokağa kadının kapısına koşar adım gittik. Kapıda herkes duraksamıştı, birbirimizi itekliyorduk. Sonunda ben girdim içeri, cesaretimi kanıtlamak için. Kapıyı çaldım, çok geçmeden açıldı ‘”Teyze, senin bey döndü, düğün yerinde bekliyor seni. Beni gönderdi haber edeyim diye.’’ O an dediklerimin gerçek olmasını diledim. Yıllardır ilk kez böyle bir gülümseme görmüştüm, böyle parlayan gözler…  Umut doluydu. “Biliyordum geleceğini… Hemen giyineyim o zaman…’’ dedi kısık bir sesle. Kapıyı kapattı, olduğum yerde kalakaldım. Koşarak geldi bizimkiler yanıma ben de “Halletim işi.” dedim, gülümsedim.

Kapının önünde oturduk bekledik hep beraber ama içim rahat etmiyordu bir türlü. Bize inanmasaydı, kovsaydı gülebilirdim belki ama boşa çıkacağını bildiğim halde gözlerinde görmekten mutluluk duyduğum umudu, izin vermiyordu buna. Midem bulanmaya başlamıştı. Eğleniyor olmam gerekiyordu, neyi yanlış yapıyordum?

Sonunda Saadet Hanım çıktı kapıdan, yer yer güveler tarafından yenilmiş, rengi solmuş gelinliğiyle. Kırmızı rujunu da sürmüştü. Zamanı geri almak istiyordum. Yine koltuğunda dantel örsün, kocasının asla dönmeyeceğini düşünsün istiyordum. Umudu, hasta doğan bebekler gibiydi benim için; ne kadar çok sevsem de ölümü yakındı ve izlemek zorunda kalacaktım. ‘’Gençken kapkaraydı saçları, hala öyle mi?’’ diye sordu bana. Ciğerim daraldı. ‘’ Yok teyze pamuk gibi.’’  dedim. ‘’Olsun…’’ dedi, sanki devamını getirmek istiyordu ama o kadar birikmişti ki söylenecekler, sorulacaklar. Düğünlerin yapıldığı o çayırlık alana yaklaşmıştık iyice. Kadının yanı başında yürürken geriledim, arkadan takip etmeye başladım grubu. En son ben girmek istiyordum oraya. Geldik sonunda, etrafına bakındı ‘’Nerede çocuklar?’’ diye sordu ama yalnızca bana bakıyordu.

İki masmavi göz benim gözlerimi kilitlemiş, umudunu beslemem için yalvarıyordu. Ama yalan söyleyemezdim, yoktu, ölmüştü… Olcay atıldı ‘’Öldü ki senin kocan! Te düğününüzde öldürdüler hem de! Geri gelmeyecek o!’’

Hala bana bakıyordu. Gözlerinde bir şeyler öldü. Dedem koltukta öldüğünde bile bu kadar yakından tanımamıştım ölümü çünkü bu sefer sorumlusu bendim.

Koşar adım eve gitti, yol boyunca ağlaması duyuluyordu. Bütün arkadaşlarım gülüyordu. Ne zaman komik olacaktı bu şaka? Ne zaman eğlenecektim?

Yedi gün sonra Saadet Hanım’ın evinden gelen kokulardan şikâyetçi oldu komşular, jandarma içeri girdi, ölmüştü. Hem de iki gün kadar önce. Katildim ben, ben yapmıştım. Cenazesine kimse gelmedi, mahallenin gençleri sevaptır diyerek gömdü. Ben hep başında bekledim. Sonunda küreklerini alıp gittiler, baş başa kaldık. Bekledikçe vicdanım rahatlamıyordu. Sonraki günlerde çiçekler alıp diktim. Mezarına altın gömsem de rahat edemeyecektim. Olmuyordu…

Şimdi ellilerimdeyim. Hala o yaşlı kadının gözlerindeki ışıltıyı kimsede görmedim. Belki de insanoğlu olarak öğreniyoruz umudun ne kadar güçlü ve yıkıcı olduğunu, duvar örmeyi öğreniyor, çocuklarımızı da umutla tanıştırmamayı yeğliyoruz.

Umut katillerinden korumak için, benim gibi, senin gibi…

Delfin Tuna