Mutluluk

2866
(Gelişim 2013/2) Hazırlayanlar: Uzm. Psi. Dan. Berna Şahin, Uzm. Psi. Dan. Gülseren Kaya, Uzm. Psi. Dan. Revan Çoban

Herkes bir ömür boyu mutluluğun peşinden koşar, kimi yakaladığını kimi hiçbir zaman yakalayamayacağını düşünür. Peki, mutluluk peşinden koşarak mı yakalanır, yoksa zaten içimizde mi saklıdır? Mutluluk bir andan mı ibarettir yoksa kişinin çabalarından mı doğar? Sizin için bu soruları her zaman pozitifliğiyle, güler yüzüyle tanıdığımız Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu’na yönelttik ve yaşam enerjimiz olan mutluluğu her yönüyle ele almaya çalıştık.

Mutluluk nedir? diye çevremizdeki kişilere sorduğumuzda kişiden kişiye değişen yanıtlar alabiliyoruz. Siz mutluluğu nasıl tanımlıyorsunuz?

Mutluluğu iki boyutta ele alabiliriz. Birisi duygu durumudur: Hoşluk, huzur ve memnun olma halidir ve bunun değişmesini istememektir. İkinci boyutu ise farkında olmaktır. İnsan beynini sağ beyin sol beyin diye düşündüğümüzde; mutluluğun sadece sağ beyin fonksiyonu olmadığını görüyoruz. Sol beyin de devreye giriyor ve mutluluğu fark etmemizi sağlıyor “İşte bu, mutluluk!” diyor. Bu durum olmadığında; kişiler “Geriye dönüp baktığımda aslında o zaman ne kadar mutluymuşum ama farkında değilmişim” gibi ifadeler kullanabiliyorlar. Bir İngiliz ekonomi profesörü Richard Layard, “Mutluluk” (Happiness: A New Science) isimli kitabında, mutluluğu, değişmesinin istenmediği hoş bir hal olarak tanımlıyor. Ben ikinci boyutu, yani mutluluk anının farkında olabilme kısmını da önemli buluyorum. Örneğin; bir çocuğu gözlemlerken, onun ne kadar mutlu olduğunu düşünebilirsiniz, ama çocuğa, “Sen şimdi mutlu musun?” diye sorsanız, büyük olasılıkla size cevap veremeyecektir. Mihály Csíkszentmihályi diye bir psikolog mutluluğu, “akış halinde olma durumu” olarak tanımlıyor. Yaşamın akışına o kadar çok kendinizi kaptırmışsınız ki, yaptığınız iş ve siz bir bütün olmuşsunuz. Çocuklarda bunu gözlemleyebiliriz. Çocuk kendini bir işe kaptırdığında, o işle bütün olur ve bunu yüzüne yansıyan ifadeden de anlayabiliriz. Mutluluk aslında yaşanan anda saklı olan bir duygudur. “Mutluluğu bekledim bekledim, şimdi altmış yaşıma geldim, bu yıllar mutluluk yıllarım olacak.” diye bir ifade gerçeğe uymuyor, hatta bu beklenti bir hayal kırıklığı da yaratıyor. Bu nedenle, yaşarken mutlu olduğunun farkına varmak önem kazanıyor. Aslında mutluluğu maneviyat açısından da ele alırsak bunu şükür duygusu olarak da ifade edebiliriz. Parasızlık çekiyorsunuzdur, işiniz yoktur ama sağlığınız yerinde olduğu için şükredersiniz ve mutlu olduğunuzu fark edersiniz. İşte bu bir bilinç meselesidir.

Mutlu olmak için hangi temel unsurlara ihtiyacımız vardır?

Richard Layard, aslında bir ekonomist ve ekonomide mutluluğu tanımlıyor. “Mutluluk” kitabında, kırk sekiz ülkede yapılan on binden fazla araştırma sonucundan bahsediyor. Araştırmalarında, önem sırasına göre kişileri mutlu eden maddeleri sıralıyor. İlk beş madde tüm ülkelerde aynı, altı ve yedinci madde bazı ülkelerde yer değiştiriyor. Layard, araştırmalarında kişileri mutlu eden unsurları şu şekilde sıralıyor:

1. Mutluluğun en temel unsurun sağlıklı aile ilişkisi olduğu belirtiliyor. Burada aile ilişkisi mutlaka bir evlilik ilişkisini değil, birlikteyken güvende ve rahat hissettiğiniz insanların varlığını ifade ediyor.
2. Bir sonraki önemli unsur geleceğe güvenle bakmak olarak kabul ediliyor. Geleceğe duyulan güven ekonomik durumun ötesindeki bir güveni kapsıyor.
3. Bir diğeri işini anlamlı bulmaktır. İşini anlamlı bulan kişi, kendini vererek çalışacağı için işinden daha çok tatmin olur.
4. Yakın dost ve arkadaşların olması bir diğer unsurdur; çünkü bu çok önemli bir ihtiyacı gideriyor. Biz toplumsal olarak aslında bu konuda şanslıyız. Richard Layard, bir araştırmasında 1946’da yapılan mutluluk ölçümü ile 1996’da yapılan mutluluk ölçümünü karşılaştırıyor. Bu araştırmada, Batı ülkelerinde gelir üç kat artmışken mutluluk oranı %40 azalmış olarak bulunuyor. Bu da gösteriyor ki, insanlar mutlu olsun diye gelirlerini arttırmaya yönelik uygulanan yaklaşımlar mutluluğa ilişkin olumlu sonuç vermiyor.
5. Sonra sağlık geliyor. Örneğin, bir kişinin sağlığı yerinde değil ama söz ettiğimiz diğer unsurlara sahip olduğu için kendini mutlu hissediyor, çocuklarım yanımda, arkadaşlarım ziyaretime geliyor diyerek şükür duygusunu ortaya koyuyor.
6. “Kararlarımı kendim veririm, özgürüm.” düşüncesi önemli bir başka unsur olarak ele alınıyor. Kişinin kendi geleceği ile ilgili seçenekleri değerlendirerek tercih yapabilmesi, ona yaşamımın kontrolü bende duygusunu yaşatıyor.
7. Kişinin yaşamına yön verecek değerler ise en son ele alınan unsur olarak karşımıza çıkıyor. Doğru ve yanlış olan nedir? İyiyi ve kötüyü ayırt edebiliyor muyum? Vicdanımın sesi ne diyor? gibi sorular değerleri ortaya koyuyor.

Kişinin bu unsurları bilmesi önem kazanıyor. Örneğin, insanlar mesleklerinde ilerlemek için sık sık şirket değiştiriyorlar. Ama bakıyorsunuz daha mutlu olamıyorlar. Neden diye düşündüğümüzde, hem ailesinin hem kendisinin alıştığı sosyal ortamdan uzaklaşmalarının, yeni girdikleri ortamlarda geçici ilişkiler kurmalarının bir boşluk oluşturduğu gerçeği öne çıkıyor.

Kadın ve erkeği mutlu eden unsurlar farklı mıdır?

Aslında unsurlar açısından mutluluk tanımlarında cinsiyet farklılığı yok ancak unsurların kat saylarının farklı olduğunu görebiliyoruz. Örneğin, araştırmalarda ilk unsur olarak ele alınan sağlıklı aile ilişkisi oluyor. Sağlıklı bir aile ilişkisini gerçekleştirmek her iki cinsiyet için de öncelikli konumda yer alıyor ancak erkek ve kadın bunu gerçekleştirebilmek için farklı yollar deneyebiliyorlar. Eğer ailede sağlıklı bir ilişki olamazsa her ikisi de mutlu olamıyor. Kadın, “Beni her şeyden üstün tutsun, sırtımı dayayabileyim, güven duyabileyim ve ben onun kraliçesi olayım.” istiyor. Aslında enteresan bir şekilde erkek de bunu istiyor ancak ifade etmeyi güçsüzlük olarak kabul ediyor ve eşinin her zaman onu güçlü olarak algılamasını ve “Sen benim kahramanımsın.” şeklinde bakmasını istiyor. Eşinin böyle bakmadığını düşünse bile bunu hiçbir zaman söyleyemiyor, onun anlamasını bekliyor, küçük ipuçları veriyor. Erkek, bir sorunu olduğu zaman yalnız kalmak istiyor, bu noktada karısı ise kocam benden uzaklaştı beni sevmiyor diye düşünebiliyor. Kadın çözüm odaklı değil paylaşım odaklı erkek ise tam tersidir. Kadın ve erkek birbirlerinin gözü ile görmeye çalıştıklarında da bu tip sorunları yenip mutlu olabiliyorlar.

Mutluluk genetik faktörlere bağlı mıdır?

Genetik bir yatkınlık her alanda olduğu gibi mutlulukta da var. Martin Seligman diye bir psikolog da genetik yatkınlığı vurguluyor. Çocuk genetik olarak karamsar bir mizaca yatkın olsa da, olumlu bir aile ortamı çocuğun mizacı üzerinde değişikliğe yol açabiliyor. Anne baba çocuğunun ortamını denetlediğinde öğrenilmiş bir pozitiflik de çocuğun yaşamında yer alabiliyor. Mutluluk genetik faktörlere bağlı ancak kaderimiz değil. Geçen gün okuduğum bir kitapta gördüğüm söz beni çok etkiledi: “Eylem kaderi yener.” Bu sözdeki kader ifadesi, aslında genetik yapımız gibi. Farkına varıp mücadele ettiğimizde, bu yapıyı da yenmemiz mümkündür.

Genetiğin dışında, çevresel koşulların henüz anne karnındayken başlayan etkisini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bebek anne karnındayken, 4. 5. aylarda beynin oluşumu başlıyor ve ilk oluşan da sürüngen beyin dedikleri iç beyin oluyor. Böylece çocuk daha doğmadan önce örtük bellekler geliştirmeye başlıyor. Buradaki örtük bellek dediğimiz bellekte dış uyaranlardan gelen pek çok bilgi bulunuyor. Örneğin hamileliği sırasında anne herhangi bir şeyden, bir sesten vs. korkup çekildiği zaman o ses ile o kimyasal durum çocuğa da geçmiş oluyor. Çocuk korkuyor ama niye korktuğunu bilmiyor. Çocuğun iki yaşına kadar edindiği deneyimler örtük bellekte depolanıyor.

Çocuk bu dönemde yaşadıkları ile iki temel sorunun cevabını bulmak istiyor. “Güvende miyim? “ ve “Beni seviyorlar mı?” Örneğin, anne çocuk kucağındayken bir başkasıyla bağırarak konuşuyorsa, çocuk burada iki sorusunun cevabını buluyor, kimsenin umurunda değilim ve güvende değilim. Ama böyle karar verdiğinin farkında değil. Ve acı olan şu, eğer farkına varıp üzerine çalışmazsak bu örtük bellek ölünceye kadar kişiye “Hayat güvenilmez bir yerdir ve ben değersizim.” hissini yaşatır. Bu gerçek, anne babaya büyük bir sorumluluk veriyor; çünkü en önemli kayıtlar bu dönemlerde oluşuyor. Çocuk birisi kızgın mı değil mi, seste sevgi mi var öfke mi var, o dokunuşta şefkat mi var haşinlik mi var bunu anlıyor. Beyin bu bilgileri bütünleştirerek “insanlara güvenemem, güvenilmez bir dünya içindeyim.” düşüncesine ulaşıyor. Böylece bu duyguları yaşayan bir kişi mutluluğu yakalayamıyor.

Polyannacı diye adlandırdığımız kişiler, ellerine büyüteçleri alıp, yaşamlarındaki mutluluğu arayan kişiler midir? Bu doğru bir yol mudur? Yoksa bu durum insanı yanılgıya götürür mü?

Bu kişiler, eğer gerçekçilik ve sorumluluk bilinci içerisinde pozitif olabiliyorlarsa bu çok güzeldir. Bu kişileri takip ettiğinizde, daha sağlıklı, daha uzun ömürlü ve verimli yaşam sürdürdüklerini görebiliriz. Ancak sorumluluktan kaçmak, gerçeklere gözünü kapamak için pozitivizmi seçiyorsa, sorunları çözmek yerine görmeme tutumunu seçiyordur, bu da uzun vadede onu mutsuzluğa götürür. Danial Siegel, “Dört yaşındaki bir çocuğa bile, yaşamındaki olumlu noktayı gösterebilirsiniz.” diyor. Örneğin, çocuk parkta arkadaşı ile kavga etti, eve gelip annesine bir daha o arkadaşı ile oynamayacağını söylüyor. Anne ne yapıyor? Çocuğuna, o arkadaşı ile güzel anılarını, birlikte kavga etmeden oynadıkları zamanları hatırlatmaya çalışıyor. Seligman’ın “Pozitivizm” kavramında da bundan bahsediliyor. Karamsar düşünmeye başladığınızda, yaşamınıza dönüp olumlu noktaları görmeye çalışmalı ve kendinize “Ben istersem olumluyu seçebilirim.” diyebilmelisiniz.

Mutlu değilseniz bile gülümseme hareketinin beyne bir mesaj ilettiği ve beynin bunu kişiye mutluluk olarak hissettirdiği doğru mudur?

Kesinlikle doğru. Daniel Kahneman adında Nobel ödüllü psikolog “Yavaş ve Hızlı Düşünmek” adlı kitabında bir araştırmadan bahsediyor. Bir kişi, mutlu bir yüz ifadesi takındığında, gerçekten mutlu hissetmiyor olsa da, bu ifade beyne o kişinin mutlu olduğa dair bir sinyal veriyor. Kahkaha sesi duymak, gülen bir insana bakmak, tebessüm etmek nöronlar arasında sinaptik ilişkinin kurulmasına ve böylece kişinin kendisini mutlu hissetmesine yol açabiliyor.

Amerika’da akşamüstü 7’de başlayan bir yüksek lisans dersi veriyordum, insanlar çok yorgun ve keyifsiz geliyorlardı. Verdiğim ders de bilişsel psikoloji dersiydi. Derse şöyle başlamaya karar verdim. Masaya oturup birine bakıp gülüyorum, tuhaf oluyor karşımdaki kişi bana bakıyor, ben devam ediyorum. 5 dakika içinde hiçbir şey söylemeden bütün sınıf kahkahalarla gülmeye başlıyorduk. “Herkes niye gülüyoruz biz?” diye düşünüyordu. Aslında bir neden yok, benim gülüşüm ayna işlevi görerek, onlarda da mutluluğu tetikliyordu.

Günümüzde, ilişkilerin facebook, tweeter, telefon gibi sanal ortamlarda yürütülmesi, insanların mutluluk duygusunu yaşamalarında nasıl bir etken oluşturuyor?

Burada önemli olan ilişki içinde olmak ve bu ilişkiyi kendi seçiminle yaşamak. Belki çocuk, sanal dünyada bunu hissediyor, “Kiminle konuşacağımı ben seçtim.” diyor. Ergen ise, anne babasının “Şunu yapma, bunu yapma, bu yanlış.” söylemlerine karşı, sanal dünyada kendini tamamen özgür hissedebiliyor. Bu imkânı bulduğunda da ayrılmak istemiyor. Çocuklar neden bilgisayardan ayrılmak istemiyorlar konusuna girdiğimizde çocuğun kendini özgür hissetmesi, yargılanmaması, kendi seçimlerini yapıyor olması, kendisini istediği şekilde ortaya koyuyor olması gibi farklı boyutlar da işin içine giriyor.

Değerlerin maneviyattan, maddiyata yönelmesi, hızlı tüketim alışkanlığı mutlu olmamızı nasıl etkiler?

Martin Seligman “Gerçek Mutluluk” adlı kitabında tam da bundan bahsediyor. Zevk almak, hoşlanmak ile mutlu olmak arasında bir fark var. Örneğin, bir etkinlik sırasında zevk alıyor, bittikten sonra geriye hiçbir şey kalmıyorsa bu durum hoşlanmak olarak ele alınabilir. Televizyon izlemek buna örnek olarak verilebilir. Ancak, enteresan bir şekilde kitap okurken durum farklı oluyor. Kitap okuyorsun, kitabı okuyup bitirdikten sonra da o hoşluk hali devam ediyor. Bu durumu başka bir örnekle de açıklayabiliriz. Örneğin, sizin için güzel bir kahvaltı hazırlanıyor. Böylece güzel bir kahvaltı yapıyorsun. Bu durumu kahvaltı hazırlamak ile karşılaştırdığımızda, kahvaltı hazırlayan için hoşluk halinin ötesinde mutluluktan bahsetmek daha doğru oluyor; çünkü kahvaltıyı hazırlayan kişi aynı zamanda üretici pozisyonuna geçiyor ve yaşadığı duygu kalıcı oluyor. Kahvaltının hazırlanmasına dahil olmayan kişi için yemek yedikten sonra o keyif ve hoşluk hali de bitiyor. Bu nedenle tüketim sadece anlık hoşluk hissi verirken kalıcı mutluluk sağlayamıyor.

Öyleyse bu sonuç, paranın mutluluk getirdiği düşüncesi ile örtüşmüyor.

Araştırmalar paranın bir noktaya kadar mutluluk oranına etki ettiğini gösteriyor. Amerika’daki ortalama gelirin çok daha altında gelire sahip olan ülkelerde, mutluluk ölçümü yapıldığında mutluluk oranlarının daha yüksek çıktığı görülüyor. Yıllık 60000 dolar gelirin altında kalan nüfus gerçekten zorlanıyor, yaşamı olumsuz etkilenebiliyor. Ama 60000 dolar ile bunun çok üzerine çıkılması arasında da çok büyük farklar görülmüyor. Azalan dönüşler de diyorlar buna, 60000 ile 150000 dolar kazanmak arasında o kadar da büyük bir fark oluşmuyor. Bir insan, ne kadar çok seçeneğe sahipse o kadar mutlu oluyor görüşünün yanlış olduğu ortaya çıkıyor.

Sizce çocukları ne mutlu ediyor?

Benim bakış açıma göre insanların doğasında mutlu olmaları için bir eksiklikleri yok. İnsan, muhteşem bir sinir sisteminden oluşuyor. Donanımına baktığınızda yüz milyarın üzerinde nöron var. Her bir nöronun 10000 civarında ortalama sinaptik ilişkisi var. Yani insan, aklın alamayacağı bir potansiyele sahip. Donanımın yanında bir de insanın doğuştan getirdiği yazılımı var. Çok basit bir yapıya sahip olan bu yazılım bize şunu der: “Belirsizlikten rahatsız olacaksın. Belirsizliği, belirgin hale getirmek için elinden geleni yapacaksın.” Bir diğeri de merak etmek ve soru sormak. Çocuk soru soracak. “Bu ne?” diyecek. Doğduğunda bunu önce gözüyle yapacak. Çevresindeki nesnelere bakacak, onları tadacak, koklayacak ve keşfedecek. Biliyor musunuz çocuk bunu yaparken çok mutlu oluyor. Demek istediğim, beyin kendi doğası içinde çalışırken zaten mutlu oluyor. Yani çocuğun mutluluğu var oluşundan ve yaşamasından geliyor.

Çocuğun dört tane temel gereksinimi var. Birincisi biyolojik gereksinimler. Bunun içinde çocuğun doyması, uyuması, gazının çıkarılması, yaşamının devam ettirilmesi var. İkincisi ise akıl gereksinmeleri yani çocuğun soru sorma, gelişme, merak etmek isteği olarak ele alınıyor. Daha dünyanın hiçbir yerinde meraksız çocuk doğmamıştır. Hangi millet, dil, din, ırktan olursa olursun her çocuk potansiyel bir filozof ve bilim insanı olarak doğuyor. Üçüncüsü gönül gereksinimleridir. Çocuk, sevmek, sevilmek istiyor. Bağlanmak istiyor. Naz yapmak istiyor. Çocuk kendisi ile ilişki kurulsun istiyor. Bundan da çocuk büyük keyif alıyor. Dördüncü gereksinim ise büyük resim bilinci oluşturmaktır. Çocuk öğrendiklerini bütünleştirmek ister, bir bütünün içerisinde “Ben neredeyim?” sorusuna cevap bulmak ister. Bence anne babalar çocuklarının potansiyelinin bilicinde olup her akşam yarım saat, bir saat çocuklarıyla beraber kitap okumalı, sohbet etmeliler.

Çocuk, aklınızın ucuna gelmeyen sorular sorar ve sizi şaşırtır. Bunun için soru sormaya önem veren bir aile kültürünün olması gerekir. Bilmeye değil, soru sormaya önem vermeliyiz. Onun için ben sık sık öğretmenlere sınıfta bir öğrenci soru sorduğunda bunun çocuk için çok önemli bir adım olduğunu söylerim. Ancak ülkemizde genel olarak öğretmen, kendisinin her şeyi bilen, mükemmel, hiçbir açığı olmayan biri olarak görülmesini istiyor. Sınıfta bir öğrenci soru soruyor, bakıyor ki sorunun cevabını bilmiyor ve ayrıca sorunun konu ile de hiç alakası yok. Öğretmen: “Niye bu soruyu sordun? Aklına takılan her şeyi soracak mısın böyle? Sınavda da böyle bir soru sormayacağım, o yüzden bu soruyu sormana gerek” diyor. Böylece öğrencilerine, “Soru sormak iyi bir şey değildir.” mesajını veriyor. Bir de öğretmenin şöyle yaklaştığını düşünün. “Niye sordun bu soruyu? Daha önce hiç duymadım böyle bir soru. Çocuklar siz duydunuz mu? Önce arkadaşımıza bir alkış alalım. Hiç kimsenin sormadığı soruyu sordu.” diyerek öğretmen, soru sormanın, bilmekten daha önemli olduğu mesajını veriyor.

Birçok anne baba, çocuklarının “Hep mutlu olmasını, hiç üzülmemesini” isterler ve bunun için de yoğun çaba harcarlar. Sizce sürekli mutluluk mümkün müdür?

Ben bunun çok yanlış bir düşünce olduğunu düşünüyorum. Bu tür aileler yaşam merkezli değil çocuk merkezli bir aile olmaya doğru gidiyorlar. “Ben çok ezildim, o ezilmesin. Ben mutlu olamadım, o mutlu olsun.” düşüncesi var. Bu da aslında insanı iyi tanımamaktan ileri geliyor. Bu konuda en doğru bakış tarzını şöyle ifade edebiliriz: çocuk Türkiye’de yaşıyorsa öncelikle Türk toplumuna uyum sağlayabilecek biri olması gerekiyor. Ben Türkiye’deyim benim seçimlerim şöyle olmalı ki bu toplumun bir parçası olabileyim. Ama farklı bir kültürün içinde yer alması gerektiğinde de o kültüre uyum sağlayabilmelidir. Özetle, çocuk yaşamda farklı tutum ve davranışlarla karşılaştığı zaman şaşırmamalıdır. Çocuk böyle bir bilinçle yetiştirildiğinde, aile ortamında bu baş etme gücü çocuğa verildiğinde çocuğun yaşamda mutluluğu elde etmemesi için bir neden kalmaz. Ama yeri geldiği zaman üzüntü ile de baş edebilmesi önemli bir unsurdur.

Bazen çocuklar, küçük bir mutsuzluk yaşadıklarında anne babalar bu durumla ilgili yoğun kaygı yaşıyorlar. Çocuklarının sorunlarla karşılaşması, üzülmesi onları tedirgin ediyor. Bu konu ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Benim anne babalara önerim; çocuk mutsuz olduğu zaman içlerinden “Oh ne güzel, bak şimdi güzel bir gelişim fırsatı doğuyor.” diyerek bu süreci kaygı yaşamadan çocukla birlikte paylaşabilmeleridir. “Savaşçı” adlı kitabımda ele aldığım karakterlerden biri olan Arif öğretmen yaşadıklarını benimle paylaştığında, ona “Senin kafanın karışıklığı, hüznün, mutsuzluğun sana bir şey söylemeye çalışıyor. Olaylara şu andaki bakış açın belli ki problemini çözmüyor, yeni bir bakış açısı kazanman, olaylara böyle bakman gerekiyor. Mutsuzluğunu, sıkıntını bir köşeye attığında başka bir insan olursun; ama onu ciddiye alıp merhaba, nerden geliyorsun sen, bana söylemeye çalıştığın ne dediğinde yaşadıklarını başka şekilde ele alabilmiş olursun.” diyorum.

Çocuk bir gün eve geliyor, annesine arkadaşlarının ona küfrettiğini ve vurduklarını söylüyor. Hatta onlara aynı şekilde karşılık verdiğini de anlatıyor. Anne nerede yanlış yaptık, öğrettiğim değerlere ne oldu diye endişeleniyor. Bu durum aslında kavgada yer alan her iki çocuk ve bu çocukların aileleri için de bir gelişim fırsatı olarak görülmelidir. Bu yaşamın doğal bir parçası olarak kabul edildiğinde farklı bir süreç, olmaması gereken bir durum olarak bakıldığında ise bambaşka bir süreç olarak ilerler. Onun için bir daha olmasını önlemek yerine, çocuğun yaşadığından neler öğrenerek ikinci bir basamağa geçtiğine bakmak gerekir. Yaşamda bir sorunun üstesinden geldiğimizde onun yerine başka bir sorun gelebileceğini de bilmek önemlidir. Aslında yaşamın güzelliği de budur.

Çocuğun elde ettiği sonuçlar değil önemli olan, çünkü sorun değil süreç yaşamın kendisidir. O yolculuk içerisinde tavır alışı, farkına varışı, seçeneklerini gözden geçirişi, takıldığı zaman derin bir nefes alıp yeniden ayağa kalkışı ve en sonunda başarması… İşte orada anne baba o çocuğa tanıklık yapacak. “Düştün, düştün ayağa kalktın ve ben bunu gördüm.” diyecek. Aferin bile demesine gerek yok. Çünkü önemli olan çocuğun ayağa kalkma çabasıdır. Anne baba çocuğun karşılaştığı her engelde “ya yapamazsa” endişesini çocuğa yansıtmaktan kaçınmalıdır. Hedefe ulaşmak uzun bir yolculuk gerekebilir. Burada çocuğa verilecek “Hemen hedefine ulaşacağını mı sandın? Acıkacağız, yorulacağız, hastalanacağız, düşeceğiz, kalkacağız ve sonunda hedefimize ulaşacağız” mesajı önemlidir.

Unutmamalıyız ki, başarıya giden adımlar, başarısızlıklarla doludur ve o başarısızlıkların altında ezilmeyip, sabredip azmettiğimizde hedefe ulaşabiliriz.

 

Hazırlayanlar: Uzm. Psi. Dan. Berna Şahin, Uzm. Psi. Dan. Gülseren Kaya, Uzm. Psi. Dan. Revan Çoban

Bu yazı Gelişim dergimizin 2013/2 sayısında yayımlanmıştır.