17. yüzyıla kadar toplumsal yaşamda yetişkinler, çocukları kendi çevreleri ve ebeveynlerinin davranışlarını gözlemleyerek büyüyen nazlı ‘küçük insanlar’ olarak görüyordu. Evin evcil hayvanlarıyla neredeyse bir tutuyor, içlerinden biri öldüğünde nasıl olsa yerine bir başka çocuğun geleceği mantığıyla önemsenmiyorlardı. 17. yüzyıldan sonra ise okulun, toplum hayatına girmesiyle çocuklar, hayatı ebeveynlerinden ve içinde bulundukları çevreden değil okuldan öğrenmeye başladılar. Bu şekilde hayatları da yetişkinlerden ayrılmış oldu. Aileler de giderek çocukların eğitimlerini düşünmeye, geleceklerini planlamaya başladılar. Okul ve aile evrilirken artık onlar da küçük birer yetişkin modeli değil ‘çocuk’ oldular.
Yüzyıllar öncesinden günümüze kadar ‘sen çocuksun’ kararını veren sistemin, bilimsel, toplumsal, ekonomik, hukuki, askeri ve dini açıdan çocukluk çağı sınırlarına karar verme kolaylığı, çocuk işçiler, savaş mağduru çocuklar, çocuk suçlular, çocuk anneler, istismara uğrayan çocuklar oluşmasına engel olamadı.
19. yüzyılda eğitimde özgürlükçü fikirlerin savunulmasıyla birlikte çocuğu bir bütün olarak gören, ihtiyaçlarına ve gelişimine önem veren pedagojik anlayış ortaya çıktı. Birtakım ülkelerin okulları 1990’lı yıllarda, farklılıkların buluştuğu, edilgen değil etken bireylerin öne çıktığı, demokratik değer ve ideallerin yaşandığı ortamlar haline dönüşmeyi başardılar ve demokratik okullar olarak tanımlandılar. Eğitim yaşamının içine de hak, özgürlük, sorumluluk, eşitlik, adalet, farklılıklara karşı hoşgörü, saygı, uzlaşma, dayanışma gibi kavramlar da girmiş oldu.
‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 25 ve 26. maddeleriyle annelerin ve çocukların özel bakım ve yardım görme hakkı, herkesin eğitim görme hakkı ve çocuğa verilecek eğitimin türünü seçmenin anne babaya bırakılması hakkı 1948’den beri geçerli.
20 Kasım 1989 yılında imzalanan, çocukların doğuştan sahip oldukları yaşama hakkı; eksiksiz biçimde gelişme hakkı; zararlı etkilerden, istismar ve sömürüden korunma hakkı; aile, kültür ve sosyal yaşama eksiksiz katılma haklarını kapsayan ‘Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’ tarihte en geniş kabul gören insan hakları belgesi olmuştur. Ancak karar veren yetişkinler iktidarının çocukların haklarını teslim etme konusundaki kararlılığının bu çağda bile hala gölgede kaldığını görüyoruz.
Bugünkü durumumuz çocukların eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkı kadar, korunma haklarının, kültürel haklarının, engelli çocukların haklarında da iyileşmeler olması bu bilincin toplumda yaygınlaşmasının ancak sivil toplum, özel sektör ve uluslararası kurum ve kuruluşların konuyu giderek daha fazla önemsemesi ve çalışmalar yürütmesiyle olanaklı olduğunu gösteriyor. ‘Çocuk Hakları’nın artık okul müfredatlarında yerini alabilmesi de umut verici bir gelişme.
Bilgilenme ve iletişim biçimimiz, anlayış ve kavrayışımızla günümüzde artık çocuklar yetişkinler için sadece küçük insanlar değil, hakları olan birer ‘birey’.
Birey olarak da sorumluluklarını yerine getirirken, hedeflerine doğru ilerlerken kendi gelecekleri ile ilgili kararları almakta da söz sahibi olmaları gerekiyor.
Biz yetişkinler, çocuklara haklarını teslim ederek ‘kendilerine göre iyi olan’ yarınları yaratmalarında onları gönüllendirip destekleyebilecek miyiz? Bu sorunun yanıtı belki de uygarlığın en büyük ölçüsü olacak.
Banu Akbaşlı
Kurumsal İletişim Koordinatörü
Terakki Vakfı