Cinsel Kimlik Kargaşası mı? Cinsel Kimlik Arayışı mı?

3698
(Gelişim 2015/2) Konuk Yazar: Klinik Psikolog Şebnem Orhan

Bir bebeğin dünyaya geleceği haber alındığında, merak edilen konuların başında “Kız mı,  oğlan mı?” olduğu gelir. Bu merak, çoğu zaman aileye yeni katılacak bireyin kimliğine dair en temel sorulardan birini de oluşturur. Doğacak bebekle ilgili hayallerde, yapılan hazırlıklarda cinsiyet önemli bir yer kaplar. Bebek doğduğu andan itibaren anne babaların gösterdikleri yüz ifadeleri, bebeğe dokunuşları, kelimeleri, fiziksel yaklaşımları bebeğin cinsiyeti konusunda nasıl hissettikleriyle bağlantılıdır.

Cinsel kimlik, çocuğun doğuştan getirdiği biyolojik özelliklerin ebeveyniyle ilişkisi ve içinde bulunduğu kültür, toplumla karşılaşmasından gelişir. Cinsel kimlik gelişimi, çocuğun kendi cinsiyetini fark etmesi, cinsiyetlere denk düşen cinsel farklılıkları algılaması ve kendini bunlara göre konumlandırması sürecinden geçer. Ruhsal gelişim sürecinde gelişen cinsel kimlik anatomik yapıyla uyumlu olabilir ya da olmayabilir.

Araştırmalar, cinsiyet farkındalığının yaşamın ilk yılının ikinci yarısından itibaren başladığını göstermektedir. Bu aylardaki bebekler, kendi cinsiyetlerindeki resimlere karşı cinsiyettekilerden fazla bakmaktadırlar. İki yaşına gelindiğinde, çıplak bir oğlan veya kız oyuncak gösterildiğinde kendisinin hangisine benzediğini gösterebilmektedirler. Ancak çocuğun oyuncaklardan hangisinin kız ya da oğlan olduğunu ayırt etmesi istendiğinde, giysi ve saç uzunluğu gibi günlük yaşamda karşılaştıkları dış görünüşleriyle bu ayrımı yapabildikleri görülür.  İki yaşlarındaki çocuk, dilin gelişimiyle birlikte, yetişkinlerle ilgili kız oğlan ayrımını sözcüklerle ifade ederken altı ay içinde kendisi ve yaşıtları için de aynı ayrımı yapabilmeye başlar. Çocuklar, cinsiyet kategorisinin anatomiye dayandığını ancak 6-7 yaşlarında anlayabilmektedirler.

Cinsiyet ayrımı yeterince yerleşene kadar çocuklar, karınlarında bebekleri büyütebileceklerine ve aynı zamanda penisleri olduğuna da inanabilirler. Bu nedenle, 2-3 yaşlarındaki çocukların iki cinsiyetten de olmayı istemeleri sıklıkla görülür. Genelde, küçük yaştaki kız çocuklarının penislerinin olduğunu arzulayabildikleri gibi, oğlan çocuklarının bebek doğurmayı ve memesinin olmasını istemeleri de gözlemlenebilir. Çocuklar için bedenlerinin sınırlarının olduğunu fark etmeleri kayıp duygusunu beraberinde getirir. Yani, kızların penisinin olmadığı, oğlanların da hamile olamayacağını anlamaları demektir. Bir diğer deyişle, kız çocuğu babam gibi olamayacağım derken oğlan çocuğu da annem gibi olamayacağım gerçeğini kabullenir. Biyolojik cinsiyetindeki bu eksikliklerle kendi cinsiyetindeki ebeveyn ve/veya yetişkinlerin yardımıyla baş edebilir.

Başlangıçta erkek çocuk için de kız çocuk için de sevdiği ve bağlandığı kişi annesidir. Cinsiyet farkını fark ettiklerinde kız ve erkek çocuklar farklı tepkiler verirler. Erkek çocuk annesine duyduğu yakınlığı babasının misilleyeceği ve kendi erkekliğini, gücünü alabileceği endişesi yaşar. Bu endişeden uzaklaşmak için annesinden vazgeçip  babasıyla uzlaşma yoluna gider. Kız çocuksa annesindeki ve kendisindeki eksikliği fark ettiği için anneye büyük bir öfke duyar, bu durumdan onu sorumlu tutar. Babasında var olana sahip olabilmek için onun tarafından beğenilmek uğraşısı içerisine girer.

Bu seçimlerin sağlıklı bir yol izleyebilmesi için anne babaların tutumları önemli bir rol izler. Baba ile anne arasındaki ilişkinin dengede olduğu, çocuklara yeterli ve kaliteli zaman ayrıldığı, çocuğun anne babanın kişisel ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmadığı durumlarda, kız çocuk annesinin kendisine duyduğu sevgiye geri dönüp onunla özdeşim kurabilir. Babasına olan duygusal yatırımı ise babayı temsil eden ev dışı aktivitelere (eğitim, spor vs.) daha ilerde de başka bir erkeği sevebilmeye ve çocuk sahibi olmaya doğru dönüştürebilir. Erkek çocuk ise babası gibi olma arzusu ile kendisine yatırım yapmaya, babayla özdeşleşip kendisinin de bir gün babası gibi bir iş sahibi, eş ve baba olacağına dair tasarımlarını geliştirebilir.

Her çocuğun bir anne ve babadan doğması ve bir anne babasının olması çocuğun kimliğinin kadınsı ve erkeksi özdeşimlerden oluşmasını sağlar. Burada erkeksi/kadınsı kavramlarını anlamak cinsiyetler arası kutuplaşmalardan mesafe alabilmemize yardımcı olur. Çift cinsellik aynı bireyde kadınsı ve erkeksi arzuların, özelliklerin bir arada olmasına gönderme yapar; ama eşcinsellik anlamına da gelmez. Bir çocuğun babasından bakımıyla ilgili yardım istemesi ve babanın bu isteğe yanıt verebilmesi kendi kimliğindeki kadınsılık sayesinde olur. 3-5 yaşlarındaki çocuk, karşı cinsiyetten ebeveyn ile özdeşleşerek imgesel düzeyde sahip olduğu cinsiyete ait özellikleri içselleştirir. Bir anlamda özdeşleştirme yoluyla bu cinsiyete sahip olur. Bu nedenle kız çocuğu babası evin tamiriyle uğraşırken tıpkı bir erkek çocuk gibi onu izleyebilir, alet çantasındaki eşyalarla ilgilenebilir, belki de yetişkin yaşantısına taşıyıp kendi evini tamir edebilir. Yetişkinlikte çift cinselliğin var olabilmesi yaratıcılığın ve verimliliğin artmasına sebep olur.

Cinsel kimlik gelişimi ergenliğe gelindiğinde bir tür kabuk değiştirme sürecinden geçer. Erken çocukluk dönemindeki meselelerin yeniden gün yüzüne çıktığı bu dönemde ergenin bedenindeki hormonal değişimler, cinsel organların işlevlerindeki gelişim düşlemde var olanın gerçekleşebilmesini sağlar. Bu da ergeni hassas, kırılgan bir konuma koyar. Ergen, çocuklukta içselleştirilmiş anne ve baba bağlarından uzaklaşıp kendine yeni yatırım yapacağı kişileri arar. Özdeşim, çevresindeki diğer yetişkinlerden beğendiği sanatçıya, sporcuya ve birçok kişiye doğru geniş bir yelpazede gerçekleşir. Bu duygusal yatırımlara cinsel hazzın eklenmesi ile cinsel dürtülerin yoğunluğu farklı ilişki deneyimlerinin yaşanmasına olanak sağlar. Cinsel hazzın bir partnerin varlığında yaşandığı bu ilk deneyimler, ergenin kendi bedenini tanımasına, kendi ile ötekindeki benzer ve farklıları gözlemleyebilmesine olanak sağlar.

Çocuk ve ergenin cinsel kimlik gelişimi sürecinde kargaşa yaşamaması neredeyse olanaksızdır. Bu kargaşa ve dalgalanmalar cinsel kimlik arayışının bir parçasıdır. Bir çocuk erken çocukluk döneminden itibaren cinsel kimlik kargaşası yaşadığında ebeveynler farklı tutumlar sergileyebilirler. Kimi ebeveyn bu karmaşıklığı başlangıçta sevimli, eğlenceli ya da özgürlükçü bir yaklaşım olduğunu düşünerek jestlerle, sözel ifadelerle ya da tutumlarla ödüllendirebilir. Kimi ise böylesi bir karmaşaya öfkeli bir tepki verip baskıcı, yasaklayıcı ve kendi cinsiyetine dair zorlayıcı yaptırımları getirebilir. Birçok ebeveyn ise bu durumu anlamak üzere bir çaba içerisine girer. Bu anlam arayışı ister istemez özellikle de ebeveynlerin kendilerini sorguladıkları, belki de suçladıkları, çocuklarının tercihleri üzerine tüm güçlü bir şekilde değişim yaratma ısrarıyla da sonuçlanabilir. Ancak ebeveyn tutumu çocuğun bireyselliğine belli bir mesafede durabilmeyi gerektirir. Ne ödüllendirip destekleyen, ne de yasaklayıp cezalandıran bir tutum ile çocuğun ruhsallığının bütünleşerek gelişmesi mümkün olur.

Erken dönemde böylesi kargaşayı yaşayabilen çocukların bazılarının bu konuda ısrarcı olduğu da gözlemlenebilir. Kendi biyolojik cinsel organlarının varlığını red eden, karşı cinse ait giysileri ve oyuncakları tercih eden, tutum ve davranışlar gösteren çocuklar da vardır; ancak bu durumun kalıcı oluşu yetişkinlikteki aktif cinsel yaşama geçildiğinde belirginleşir. Araştırmalar farklı bulgular sunmakla birlikte, böyle eğilimlerin yetişkin yaşantısındaki cinsel yönelimde tek belirleyici olmadığı bilinmektedir.

“İyi aile terbiyesi almış” ifadesi geçmişten günümüze çocuğu ailenin bir ürünü olarak ortaya koyar  ve aileye de çocuğa da büyük bir sorumluluk yükler. Çocuk bir anlamda ailenin dışarıdaki temsilcisi gibi görülür. İstediği olmadığında kendini alışveriş merkezinde yere atan bir çocuğun ebeveyni, çocuğunun duygusal dalgalanmasıyla baş etmek kadar etraftakilerin gözünde de nasıl göründüğüyle ilgili kaygılanır. Benzer bir durum cinsel kimlik kargaşası yaşayan çocuklarda ve ergenlerde de söz konusudur. Bu noktada mahrem sayılması gereken bir durum sanki herkesin tartışmasına açık bir konuma çekilir ki bu da aileleri başlı başına zorlayan bir nokta olur.

Çocuğun; ailesinin, okulun, toplumun kendisinden bekledikleri “normatif” değerler üzerinden birey olma çabası gibi zor bir meselesi vardır. Buradaki birey olmak başkalarına rağmen mi? Başkalarına göre mi? sorusunu gündeme getirir. Anne babanın doğal olarak başarılı-başarısız, uyumlu-uyumsuz, kısa-uzun gibi özelliklere göre çocuğuyla ilişkiye girmesi beklenmez. Cinsellik söz konusu olduğunda, cinselliğin kendi içinde ikircikli bir alanı vardır. Özel ve mahrem oluşuna karşın, başkaları tarafından gözlenen ve kabul edilen bir konuma yerleştirilir. Ancak çocuğun kimlik gelişimini bir bütün olarak ele almak ebeveyne yardımcı olabilir. Cinsellik de tıpkı kimliğin diğer alanlarında olduğu gibi bütünün bir parçasıdır. Okuldaki başarının bir çocuğu “iyi” bir evlat yapıp yapmadığı gibi, çocuğun kendi bireyselliğinde yaşadığı tercihler de onu “iyi” ya da ”kötü” bir evlat yapmaz, sadece farklı bir konuma yerleştirir. Eş seçiminden, komşu, arkadaş seçimine insan ilişkilerinde benzerleri bulma çabası söz konusu olduğunda farklı olanla bir araya gelmek bireyin ruhsallığında bir “mihenk taşı” gibidir. Her şeyin yolunda gittiği, çatışmanın olmadığı durumlarda göreceli “iyi” olma halini yaşamak mümkünken, kişiye göre yoldan sapma gösterdiği durumlarda “iyi” olanı yakalamak kişinin ruhsallığında ayrı bir çalışma yapabilmesini gerektirir.

Yetişkinliğe kadar çocuğu ve ergeni ancak anne babasıyla birlikte düşünmek mümkün olsa da çocuğun ruhsallığındaki bireyselleşme bedeninin bireyselleşmesinden geçer. Çocuk gelişimi boyunca bu bireyselleşmeyi adım adım gerçekleştirir. Başlangıçta anne memesine, bir yetişkin tarafından tutulmaya ihtiyaç duyarken, bedenin yapabilirlikleri arttıkça emekleyerek, yürüyerek önce fiziksel olarak ayrılmaya başlar. Memeden kesilme süreciyle başkasının beslemesinden kendini beslemeye doğru, altının başkası tarafından temizlenmesinden tuvalet alışkanlığını kazanmasıyla kendisini temizlemeye geçer. Bunların her biri hem diğeriyle ilişkili, hem de ilişkili değildir. Bu geçişlerin nasıl olacağı, sancılı mı sancısız mı olacağı yetişkinlerle ilişkilidir. Çocuğun bedenini kendi bedeninden ayıramayan yetişkinlerde, çocuğun bedensel dolayısıyla da ruhsal bireyselliğine alan açmak kolay bir süreç değildir. Cinsel kimlik gelişimi için de aynı şey söz konusudur. Cinsel tercihler konusunda ısrarcı olan bir çocuk ve ergen için diğer yetişkinlerin kendisinden daha fazla söz söylemeleri, müdahaleci olmaları sancılı bir süreç yaratır; çünkü bu onun ruhsallığında birey olamamasını da beraberinde getirir.

Anne babanın kendi ruhsallıklarında çocuklarıyla ilgili meseleleri ele alabilecekleri psikolojik bir destek almak yararlı olabilir. Böylesi bir çalışma, hem çocuk hem de anne baba için kendi iç dünyalarındaki yaşananları anlamalarına, aile içindeki iletişimi artırmalarına ve var olabilecek aksaklıkları tamir edilebilmelerine olanak sağlar.

Toplumsal olarak erkeksilik bir olumsuzlama üzerinden ele alınır. Erkek olabilmek için kadınsı olmamak gerekir. Bu bağlamda erkek, toplumsal sahnede gücü elinde tutan olduğunu kanıtlamak durumundadır. Erkeksilik anne ve kadın olmamaya karşılık gelir. Bu nedenle sakin, uysal, içe dönük erkek çocukların hemcinsleri arasında yer bulması hiç de kolay değildir. Yetişkin dünyasında erkek çocuklardan beklenen; yeterince erkek olma hali, bedensel olarak üstünlük göstermek, kaslı ve hatta bazen kavgacı olmaktır.  Bununla ilişkili olarak küçük yaş çocukları kendilerini sıklıkla Örümcek Adam, Süperman gibi süper kahramanlarla özdeşleştirirken, ileriki yaşlarda ise daha çok saldırganlık, yıkıcılık içeren bilgisayar oyunlarıyla özdeşim kurarlar. Benzer özellikleri taşımayan ve ortak ilgileri olmayan bir çocuğun böylesi bir ortamda kendine bir alan bulması hiç de kolay olmamaktadır. Bu nedenle kendisine kız çocuklarının göreceli sakin oyunlarında yer bulur. Bu da çocuğu diğer erkek çocuklarının gözünde kızsal bir konuma yerleştirir.

Kadınsı konum ise, analitik literatürde daha çok kayıp ve ayrılıklar üzerine şekillenmiştir. Küçük kızın erkekte olanın kendisinde olmadığını fark etmesiyle, annesinden uzaklaşıp önce babasına sonra yeniden annesine yönelmesi sürecinde ayrılık ve kayıplarla ilgili ruhsal çatışmalarla baş etmesini gerekir. Kadınsı konum bu kayıpların gölgesinde, kız çocuğunu edilgen bir konuma koyar; ancak bu edilgen konum düşünüldüğü gibi pasif bir konum değildir, daha çok kapsayan,  anlayan ve kabul eden olabilmeyi içerir. Bu nedenle kızlar daha sakin, kurallara uyan, gücü erkek çocuklara göre kısmen daha az dışa vuran, aralarındaki rekabet ve çatışmaları içten içe yaşayan bir konumdadır. Kızın edilgen konumu aktif olmayı da barındırdığı için kız çocuklarının erkeksi davranışlar, ilgi ve tutumlar göstermesi çok da yadırganmaz. Toplumsal olarak, “erkek Fatma”,”erkek gibi kadın” söylemleri “kılıbık erkek”, “kız evladı” gibi göndermelerden daha olumlu çağrışımlar barındırır.

Okul ortamı erkeksiliğin ve kadınsılık/kızsallığın sınandığı akran ilişkilerinin yoğun bir şekilde yaşandığı yerlerdir. Çocuğun aile içinde başlayan ruhsal gelişimi günümüzde okul öncesi eğitimin de yaygınlaşmasıyla erken çocukluk döneminden itibaren okul ortamında devam eder. Ailesinin kendisine yansıttığı toplumsal ve kültürel değerlerle karşılaşmaya okulla birlikte devam eder. Okulda akranlarla bir araya gelen çocuk aynı zamanda onların aileleri ve değer sistemleriyle de karşılaşır. Artık sadece anne babası tarafından değil arkadaşları tarafından sevilen, aranan bir çocuk olup olmadığını sorgulayacaktır. Son zamanlarda akranlar arasında sıklıkla duyulan “popüler-ezik” diyalektiğinde kendisi nerede konumlandırılacaktır?

Cinsel kimlik kargaşası yaşayan çocuğun kendi cinsiyetinden olan akranları tarafından dışlanması, zorbalıkla karşılaşması olasıdır. Yapılan çalışmalarda özellikle suça meyilli olan çocukların kendi güçlerini ve saldırgan tutumlarını böylesi eğilimleri olan akranlarına gösterdikleri görülmektedir. Bu durumun, yetişkin dönemde yapılan klinik çalışmalarla travmatik bir etkisi olduğu sıklıkla ortaya çıkmaktadır. Her aile çocuğunu okula iyi bir eğitim alması için gönderirken onun güvende olduğundan emin olmak ister. Dolayısıyla okuldaki öğretmenler ve idareciler, çocuğun güvenliğini sağlama, bir çocuğun bir akran ya da yetişkinden kötü muamele görebileceğinin önemlerini almakla ilgili sorumludur. Bunun için de önleyici olmak için bir eylem planının hazırlanması gerekir.

Okul çok sesliliğin bir arada olduğu bir ortam olarak çocuğa hem benzer, hem de farklı yaşantı biçimleri ve bakış açılarıyla karşılaşma fırsatı verir; ancak mevcut eğitim sistemi, belli özellikleri barındıran, birbirine benzer çocukların ve ailelerin bir arada olmasını destekleyen bir ortam sunmaktadır.  Okul ortamında sadece öğrencilerin değil öğretmen ve idarecilerin arasındaki dilin kullanımı ve tutumları da toplumun aynası olarak cinsiyetçi tutumları destekleyebilmektedir. Sınıf ortamlarında temizlik ve düzen ile ilgili daha çok kız öğrencilerin, güç gerektiren ve teknik konularda ise erkek öğrencilerin görevlendirildiği gözlenmektedir. “Kız gibi”, “erkek gibi” etiketlemeler, “Masanı topla bir de kız olacaksın.”, “Hiç erkek adam ağlar mı?” gibi cinsiyetçi beklentiler, okul kıyafetlerindeki seçimler, okul kitaplarındaki ifadeler çocuğun kendi ve diğeri ile ilgili cinsiyet sınıflandırma algısını biçimlendirmektedir.

Okul sisteminde cinsiyetçi dil ve tutumların dönüştürülebilmesi, insan hakları, ayrımcılık, farklılıklara saygı ile ilgili karakter eğitimlerinin verilmesi, fırsat eşitliğine alan tanıyan etkinliklerin oluşturulması çocukların kimlik gelişiminde önyargı ve sınıflandırmadan sıyrılıp kendini ve başkalarını bir bütün olarak değerlendirmesine yardımcı olabilir.

Biriyle karşılaştığımızda o kişinin iç dünyamızda belli bir etkisi olur. Tıpkı bizim de öteki üzerinde etkimizin olması gibi. Bu bir anlamda iki ruhsallığın birbiriyle karşılaşması ve birbirini etkilemesidir. Aile ortamında az sayıda kişinin birbirini etkilemesi söz konusuyken okulda bu sayı yüzlercesine katlanır. Dolayısıyla bir öğretmenin öğrencisiyle karşılaştığı ve birbirleriyle ilişkide oldukları ilk andan itibaren bir etkileşim meydana gelir. Biri diğerinin ruhsallığında birtakım düşünce ve duygu izleri bırakır. Kendi ruhsallığına yansıyanların yeterince farkında olmadığı ya da bu yansıyan meselelerin yeterince baş edilebilir olmadığında ilişki bir anlamda marazi bir hal alır.

Cinsel kimlik kargaşası yaşayan bir öğrenciyle karşılaştığında kimi zaman öğretmenin üzülmesi, acıması ya da tam tersi dışlaması, kendini uzak tutması söz konusu olabilir. Burada öğretmenin kendi ruhsallığında cinsiyet, cinsellik gibi alanları çalışabilmiş olması öğrencisine ön yargılı yaklaşmasının önüne geçebilir. Çocuğun ilk özdeşimleri ve kendine model aldığı kişiler başlangıçta ailede kendine yakın olanlarken okul ortamında öğretmenleridir.  Çocuğun, okula geldiğinde yeterince sevilen, takdir edilen bir öğrenci olduğunu hissetmeye daha çok ihtiyacı vardır; çünkü okul ortamında rekabet etmesi gereken onlarca çocuk söz konusudur. Kendiliğinin bir bütün değil cinsiyet üzerinden değerlendirilmesi çocuğun kimlik gelişimini olumsuz etkiler, özgüven problemi yaşamasına neden olur ve kendilik algısına zarar verir. Bu durum eğitim hayatına yatırımın azalması ile de sonuçlanabilir. Öğretmen de tıpkı ebeveynler gibi çocuğun bireyselliğine saygı göstererek ödüllendirici ya da cezalandırıcı bir tutum sergilemeden konumunu korumalıdır.

Çocuğun gelişimi bedensel, ruhsal ve zihinsel olarak bir bütündür. Doğuştan getirdiği özellikleri ebeveyniyle olan ilişkisinde şekillenir, akranlarıyla ve diğer yetişkinlerle karşılaştığı ortamlarda gelişir ve olgunlaşır. Bu gelişim doğumdan itibaren bir takım çatışma, zorlanmalar ve bunların çözümüyle yoluna devam eder. Bu yol aynı zamanda çocuğun bireyselleşmesi sürecidir. Cinsellik gibi kişiye özel olan mahrem bir alanda başkasının söz hakkı olması çocuğun bireyselleşme sürecinde kendini ötekine göre konumlandırmasına neden olabilir ki bu da bir anlamda sahte bir yapılanmayı gündeme getirir. Bu nedenle çocuğun ihtiyaçlarını göz önünde bulunduran, anlayan “yeterince iyi bir ortam” sunmak yararlı olandır.

Bu yazı Gelişim dergimizin 2015/2 sayısında yayımlanmıştır.