İnsan olmanın en güzel yanı hissedebilmektir belki de. Güzel bir çiçeğin kokusunu duyabilmek, bir bebeğin neşesine eşlik edebilmek, masmavi gökyüzünün altında mutluluk dolu hayaller kurabilmek. Bir şiirde ağlamak, başkasının acısına isyan edip haykırabilmek, geleceğe dair umutla bakabilmek bazen de endişe duyup kaygılanmak.
Kimi zaman bu duygular bizi ayakta tutup yaşam arzumuza eşlik ederken kimi zaman da yaşamla aramıza bir duvar oluşturabilir. Peki, bu duvar nasıl oluşur? Duygular mıdır buna neden olan yoksa onlara yüklediğimiz anlamlar mıdır? Kaygı gibi genellikle negatif anlamlar yüklenen bir duygu bu noktada nasıl ele alınmalıdır? Kaygı ve kaygı bozukluğu arasındaki farklılıklar nelerdir? Yaşamda kalabilmek için bir miktar kaygı gerekliyken, kaygı hangi durumlarda yaşamımıza gölge düşürür? Tüm bu soruların yanıtlarını ve fazlasını sizler için psikiyatrist Prof. Dr. Mehmet Zihni Sungur ile konuştuk. Sayın Sungur, zihinlerimize yepyeni tohumlar ekerken, engin bilgisi ve şairane anlatımıyla kaygı ve görünümlerini detayları ile aktardı. Başvuru kaynağınız olabilecek, keyifle okuyacağınızı düşündüğümüz bir röportaj olması dileğiyle…
Endişe ya da Kaygı nedir?
“Aşk her yerde” diye bir film vardır bilir misiniz? Ben de diyorum ki “endişe ve kaygı her yerde”. Bir an için ormanda yaşayan birinin şehre indiğini düşünelim. Ormanda yaşarken tek derdi günlük yaşamını devam ettirmek için temel gereksinimlerini sağlayabilmekken şehre gelmesi ile birlikte sokaktaki adamla karşılaşıyor ve şu soruyu soruyor “Neler seni endişelendiriyor?” Sokaktaki adam da diyor ki “Finansal meseleler, ilişkiler, sağlık ve terör beni endişelendirir.” Ormandaki adam “Çok endişe kaynağınız varmış.” diyor. Sonra belki hekimler gibi meslek sahibi olanların hatta psikiyatrların az endişeleri olacağını düşünerek onlara gidiyor. “Sizi en çok neler endişelendirir diye soruyor?” Onlar da “En çok finansal konular, ilişkiler, sağlık, emniyet bizi endişelendirir.” diyorlar. Onun üzerine adam bu şehirde yaşamanın en önemli kuralının endişe olduğunu anlıyor ve herkes endişelendiğine göre endişenin bir amacı ve anlamı olmalı diye düşünüyor. “O zaman bana endişeyi öğretin ki ben de endişe duyayım; çünkü belli ki endişe burada yaşamak için gerekli görünüyor.” diyor. Nasıl öğretirsiniz insanlara endişelenmeyi? Biz burada elbette insanlara endişelenmeyi öğretmeyeceğiz; ama endişeyi başlatan, sürdüren ve devam ettiren ve dolayısıyla insanları endişeli yapan şeyleri konuşmaya çalışacağız.
Endişeyi ben kaygıdan biraz ayrı tutuyorum. Kaygı, tanımı itibari ile geçmişle ilgili olamaz hep gelecekle ilgilidir. Bu gelecek bir dakika sonrası olabilir, bir saat sonrası olabilir, bir gün sonrası olabilir; toplumsal bir kaygı ise bir asır sonrası bile olabilir. Kaygıdaki temel mesele geleceğe yönelik bir tehdit ve tehlike algısıdır. Onun için tüm kadim felsefeler bize “Anda kalın, anda yaşayın.” diyorlar. Diğer taraftan zaten herkes anda yaşar; ama herkes anda kalamaz. Bunun nedeni düşüncelerinizin sizi ya geçmişe ya da geleceğe götürmesidir. Geçmişe takılıp yakındığınızda depresyona girersiniz. Geleceğe gidip ileride şu tehlikeler var, önlem alayım, dediğiniz zaman da kaygılanırsınız. Böyle baktığımızda aslında kaygının tehdit ve tehlike algısı ile ilgili olduğunu, evrimsel olarak var olduğunu ve bir tehditten korunma ihtiyacına dayandığını görürüz. Endişe ise “Ancak endişelenirsem tehdit etkenini erken görür ve önlem alırım.” şeklinde bir düşünce sonucunda ortaya çıkan ve kaygıyla karşı karşıya gelmeyi önlemek ya da ertelemek amacıyla devreye sokulur.
Kaygının İşlevsel Bir Yanı Olduğunu Söyleyebilir Miyiz?
Aslında insan türü, doğadaki birçok canlıya göre fiziksel olarak çok daha güçsüzdür. Biliyorsunuz insanın ayağa kalkması, yürümesi için bazen 15-16 ay gibi bir zaman geçmesi gerekir. Doğada ayaklarının üzerinde durabilmek için bu kadar uzun zamana ihtiyaç duyan başka bir canlı yoktur. Demek ki insan, aslında fiziksel olarak daha az güçlü olmasına rağmen dünyanın efendisi olmuştur. Peki, onu güçlü yapan ve türünün günümüze kadar gelmesini sağlayan nedir? İşte bu etkenlerden biri onun kaygı/endişedir. Çünkü biz bir takım olumsuz yaşantıların olabilme riski üzerinden düşünerek olabilecek olumsuzlara yönelik bir tedbir almak amacı ile endişe duyarız. Eğer kaygılanmazsanız kolayca yem olabilirsiniz. İlk insanı düşünün ormanda ilerlerken eğer kaygılanmaz ise kendinden daha büyük hayvanlara yem olabilir. Yani ava giderken av olmak gibi düşünün. Çünkü ava giderken hep kaygılanmak ve dikkatli olmak durumundasınız. Dolayısıyla aslında kaygı uygun dozda olduğunda bizi koruyan özellikler taşır ve bir nesilden gelecek nesillere aktarılarak yaşamın daha güvenli biçimde devamını sağlayabilir.
Kaygı Öğrenilen Bir Durum Mudur, Yoksa Yapısal Yatkınlıkla Açıklanabilir Mi?
Kaygının aktarımı büyük oranda öğrenme yoluyla kısmen de yapısal yatkınlıkla gerçekleşir. Bazı ailelerde, bazı insanlarda bir yatkınlık olduğunu biliyoruz; ama bu yatkınlığın kendisi anksiyeteli olmamızı sağlasa bile anksiyete hastası olmamıza neden olmuyor. Bu durumda çevresel faktörler büyük ölçüde devreye giriyor. Çevre dediğimiz zaman anne babadan tutun, okuduğunuz okul, büyüdüğünüz ortam, akran grupları gibi tüm çevreyi dikkate almamız gerekiyor. Örneğin bebekleri ele alalım. Bebekler yürümeyi öğrenirken ortalama 250 kere yere düşüyorlar ve her düşüş tekrar ayağa kalkmak için bir neden oluyor. Ayağa kalkış yürüme sürecinde sadece geçici bir durak… Yürümeyi öğrenme dönemi belki de insanların kendilerine güvenlerinin maksimum olduğu bir zaman dilimidir. Çocuklar erişkinlerin yaptığı gibi 3-5 kez deneme ile yapmak istediklerinden vaz geçiyor olsalardı muhtemelen hiçbir bebek yürümeyi öğrenemezdi. Neden yürüyorlar? Çünkü biz onları yere düştüğü zaman bile alkışlıyoruz, “Hadi bir daha kalk diyoruz.” Çocuklar yere düşüyor olmanın değersizleştirilmediğini, tam tersi çabanın alkışlandığını anlıyorlar. Biraz büyüdüklerinde bu alkışlayan çevre değişiyor. İlkokula gidiyorsunuz biraz kiloluysanız şişko, gözlük takıyorsanız dört göz, boyunuz kısaysa cüce, biraz içe kapanıksanız ezik gibi sıfatlarla karşılaşıyorsunuz. Bu nedenle bir çocuğun 3 yaşındaki kendine güveniyle 17-18 yaşlarındaki kendine güveni arasında dağlar kadar fark oluyor. Buradan da yola çıkarak söyleyebiliriz ki nasıl pek çok şey öğrenmeyle ilgiliyse, kaygı da öğrenilen ve fazlası uyum yapmamızı bozan bir duygu.
Normal Kaygıyı Kaygı Bozukluğundan Nasıl Ayırt Edebiliriz?
Kaygı bozukluğunda abartılı tehdit algısına gerçek gibi inanıyor olmak, düşünce ile gerçeği birbirine karıştırmak söz konusudur. Kaygı bozukluğu yaşayan kişiler sadece tehdit ile ilgili düşünmezler, düşündükleri şeyin olacağına da inanırlar. Buna düşünce ile gerçeğin füzyonu/kaynaşması diyoruz. Hâlbuki her düşünce gerçek değildir; ancak kaygılı kişiler düşüncelerinin gerçekleşeceğine inandıklarından, tehdit algısını önlemek için önlemler almaya çalışırlar. Bu önlemler özetle kaçma, kaçınma ve güvenlik sağlama davranışı olarak üç şekilde görülür. Aslında kişi “an” da kalabilmeyi başarabilse kaygı duymasına yol açan düşüncelerden uzaklaşabilir. Ancak kaygı bozukluğu yaşayanlar duygularıyla kendileri arasına düşünce koyarlar; çünkü o duyguyu taşımak onlara ağır gelir.
Kaygı, hep gelecekle ilgili olduğu için biz geleceğe kaçmamayı öğrenirsek, yaşadığımız o anda hiçbir şeyin olmadığını, bunların hepsinin birer düşünceden ibaret olduğunu ve korkulanın çoğu zaman gerçekleşmediğini görürüz. Şöyle düşünün bir annenin aklına “Çocuğuma zarar verebilirim.” düşüncesi geliyor. “Eyvah aklıma bu düşünce geldiyse ben iyi bir anne değilim, iyi bir anne bunu asla düşünmez.” diyerek onu rahatsız eden düşünceden kaçmaya çalışıyor. Bu kaçma çabası ise o düşüncenin daha çok artmasına neden oluyor. O yüzden biz diyoruz ki “Düşünce bırak gelsin ama geldiğinde ona verdiğin tepkiyi değiştir; çünkü düşünceleri durduramazsın.” Örnekteki anne, bu düşünce benim aklıma geldiğine göre gerçek olabilir diyerek önlem alıyor. Çocukla yalnız kalmıyor, evde mutlaka birini bulunduruyor. Çocuğa dokunmuyor. Aynı durumdaki bir diğer anne “Bunların hepsi bir düşünce, aynı düşünce daha önce de aklıma geldi ama herhangi bir olumsuz durum gerçekleşmedi.” diyerek, bunun sadece bir düşünce olduğu konusunda kendini ikna edebiliyor. Bu nedenle bizim için iyileşmenin ölçütü kaygı geldiğinde ortaya çıkan belirtilerin azalması değil, bu belirtilere verdiğimiz anlamı değiştirebilmiş olmaktır.
Yaşamda var olmanın bir riski vardır. İnsanlar var olurken bedel ödemeden, risk almadan var olmak, ödül almak istiyor. Hâlbuki bedel ve ödüller hayatın içinde hep bir dengededir. Var olmanın riski ölmek, seviyor olmanın riski sevilmemek, birlikte olmanın riski ayrılmak, yani diyalektik bir varoluş içinde yaşamda her şey karşıtıyla birlikte vardır.
Kaygı Bozukluğu Kişinin Yaşantısını Nasıl Etkiler?
Kaygı ile kaygı bozukluğu arasında farklar vardır. Anksiyete (kaygı) zaman zaman rahatsız edici olsa da işlevselliği bozmaz. Kaygı bozukluğu dediğimiz zaman bireyin işlevselliği bozulur ve kişinin yaşamı kısıtlanır. Anksiyet bozukluğu kişiyi etkilediği gibi onun yakınlarının yaşam kalitesini de etkiler. Örneğin; köpek korkunuz var. Karşınıza bir köpek çıkacağı korkusuyla kaldırımda tek başınıza yürüyorsunuz, yürürken önünüze bir köpek çıktı, haliyle karşı kaldırıma geçmek istersiniz, ancak karşı kaldırımda da köpek varsa caddede karşıdan karşıya geçemeyip trafikle baş başa kalırsınız. Bir süre sonra caddeler tehlikeli demeye başlarsınız. Daha sonra köpeklerle karşılaşmamak adına parklara, bahçelere gitmezsiniz. Ayrıca sabah işe gideceksiniz pencereden aşağı bakıyorsunuz ki evinizin önünde bir köpek var. Ya evdekilerden birine diyeceksiniz ki “Şu köpeği uzaklaştır da işe gideyim” ya da köpek gidinceye kadar işe gidemeyeceksiniz. Bir arkadaşınız evine davet ettiğinde ilk soracağınız şey “Senin evinde köpek var mı?” olacak. Bu durumda bireyin hem özel hem sosyal hem de iş yaşamı yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi olumsuz etkilenecektir.
Aynı şey panik hastaları için de geçerlidir. Bu kişiler genel taşıma araçlarını kullanamadıklarından genelde taksi kullanmayı tercih ederler, şehirler arası yolculuk da yapamazlar. “Aniden yolda bir şey olursa benim orada gidebileceğim bir sağlık kuruluşu yok.”, “Bana yardım edebilecek kimse yok” düşüncesiyle hareket ederler. Panik hastaları kalabalık yerlere, örneğin sinemaya, tiyatroya gittiklerinde çıkışa en yakın yerlerden bilet almak isterler çünkü kaygıları artınca kendilerini dışarı atmak isterler. Çıkışa yakın yere oturamazlarsa ya da yanlarında güvendikleri biri yoksa kalabalık ortamlara giremezler. Şimdi ne olmaya başlıyor, yavaş yavaş sinemaya, tiyatroya gidemiyorlar, genel taşıma araçlarını kullanamıyorlar, süpermarkete gidemiyorlar ve panik, agorafobiye dönüşüyor. Kişi bir evin içinde sıkışıp kalıyor. Zamanla evin içinde bile yalnızken kendini güvende hissetmiyor.
Kaygı Bozukluklarının Ortak Özellikleri Nelerdir?
Her kaygı bozukluğunun altında bir kognisyon (düşünce) vardır ve kaygı bağlandığı yere göre isim alır. Mesela panik, felakete odaklanmış kaygıdır. Hastalık hastalığı olarak adlandırılan durumda ise bedene odaklanmış bir kaygı vardır. Sosyal fobi başkalarının bizimle ilgili yapacağı değerlendirmeye yönelik bir kaygıdır. Obsesyon, akla gelen düşüncelerden sorumluluk almaya odaklanan bir kaygıdır. Zannedilir ki titiz insanlar sokakta gördükleri çöpleri de toplar. Aksine sokak onların sorumluluk alanı olmadığı için koruma alanlarına girmez ama kendi evlerinde durum çok farklıdır. Yaygın anksiyete bozukluğu dediğimiz hastalık da ise belirsizliğe odaklanmış bir kaygı vardır. Burada kişi belirsizliğe tahammül edememektedir. Post travmatik stres bozukluğunda ise odaklanma geçmişin geleceğe yansıması ile ilgilidir. Yani travmatik bir olay yaşadıysanız bir kurban olduğunuzu düşünerek o olayı gelecekte tekrar yaşayacağınıza dair bir düşünce ortaya çıkar.
Kaygı bozukluğunun dört ayrı bileşeni vardır. Bunlar, düşünsel, davranışsal, fizyolojik, ve duygusal bileşendir. Düşünsel olarak kaygıda temel özellik kişinin hissettiği tehdidin uyarana oranla çok abartılı olmasıdır. Örneğin sosyal fobi veya panik bozukluğu olan bir bireyi ele alalım. Kalabalıklarda abartılı bir tehdit algısı yaşarlar. Panik hastasında “Kalabalığa girersem burada sıkışır kalırım, buradan çıkamam.” düşünceleri bir yandan da bedensel belirtileri tetikler. Çarpıntısı arttıkça tehlike algısı daha da çok arttığı için, kaygısı da artar. Kaygı arttığı zaman da ortamı terk etme ya da ortama hiç girmeme gibi davranışsal bileşen ortaya çıkar. Özetle kaygını düşünsel, bedensel, duygusal ve davranışsal bileşenleri olduğu söylenebilir.
Kaygının Bedene Yansıması ile İlgili Ne Düşünüyorsunuz?
Kaygı geldiği zaman bizim bunu nasıl yorumladığımız ve algıladığımız hastalık düzeyinde bir sorun yaşanıp yaşanmayacağını belirler. Kaygıya verdiğimiz anlam bir felaket algısı içermemelidir. Örneğin çarpıntının varlığı aslında .oğu kez yalnızca sadece kalbin daha hızlı kan pompaladığını gösterir, biz o belirtiye “Bu bir kalp krizinin işaretidir.” dediğimiz andan itibaren anlam negatifleşir ve korku başlar. Korku arttığı zaman ise bedensel belirti daha çok artarak ortaya kısır bir döngü çıkar.
Kaygı Bozukluğu Aileyi Nasıl Etkiler?
Örneğin agorafobiyi ele alalım. Kişi sinemaya, tiyatroya, alışverişe gidemiyor, tek başına evde kalamıyor. Yaşamını tek başına yürütemediği için giderek aile üyelerinden birine ya da birkaçına bağımlılık geliştiriyor. Dolayısıyla aileyi de giderek kapsayan bir hastalık ortaya çıkıyor.
Aynı şekilde obsesyonu olan birini düşünün. Size bununla ilgili hiç unutmadığım bir örnek vermek isterim. Obsesif bir anne, çocuğu dışarıdan kir, mikrop getirmesin diye dış kapının olduğu yere bir yarım daire çizmiş, bu çocuk da gelir gelmez annenin titizliği nedeniyle bütün üstünü başını, her şeyini, o çizilen yarım dairenin içinde çıkartıyor. Çünkü orası kirletilmeye izin verilen tek alan, onun dışındaki alanlara kir girerse anne tüm evi temizlemek zorunda kalıyor. Çocuk orada soyunup yeni elbiselerini giyiyor ve banyoya gidiyor; banyosunu yaptıktan sonra evde özgürce dolaşabiliyor. Şimdi böyle koşullanmış bir çocuk düşünün. Bu çocuk diğer akranlarıyla birlikte bir başka aileye misafirliğe gidiyor. Çocuklar dışarıda oynarken ev sahibi anne yemek hazır olunca, “Hadi çocuklar yemeğe” dediğinde bütün çocuklar içeri koşarak giriyor ama bu çocuk kapıdan içeri girdiğinde bir anda frene basıyor; çünkü kendi evinde var olan o yarım daireyi burada da görüyor ve bu noktadan içeriye giremiyor. Herkes ne oldu diyor, çocuk, donmuş bir şekilde annenin gözüne bakıyor, cidden göz yaşartıcı bir şey bu. Anne şöyle bir bakıyor ve “Girebilirsin oğlum” diyor. Bakın şimdi çocuk için ne kadar acı bir şey, diğerleri gibi yaşayamamak. Çocuk, bir süre sonra o kurallara göre yaşamayı öğreniyor. Dolayısıyla her ne kadar hastaların aileler üzerinde etkisi varsa da ailelerin de hastalıkların oluşmasında etkisi var diyebiliriz.
Bu çocuklarda da ileride kaygı bozukluğu görülebilir mi?
Anne ve babaların en büyük korkuları kendi hastalıklarının çocuklarına aktarma ihtimalidir. Bu hastalıkların anne babadan çocuklarına geçmesi tamamen genetikle açıklanamaz, daha çok öğrenme ile açıklamak mümkündür. Bu bakış açısının aslında olumlu bir yanıda vardır. Çünkü bir şeyi genetik olarak görürsek yapacak hiçbir şey yoktur, ancak bunu bir öğrenme gibi görebilirsek her şey öğrenildiği gibi tersi de öğrenilebilir.
Hastalığa yatkınlığı olan insanlar sağlıklı bir sosyal çevrede yetiştikleri takdirde hastalık ortaya çıkmıyor. Örneğin tek yumurta ikizleriyle ilgili böyle çalışmalar var. Tek yumurta ikizlerinden birini alıyorsunuz ve sağlıklı bir ailenin yanına veriyorsunuz, diğeri ise anksiyeteli ailesinin yani öz ailesinin yanında büyüyor.
İzlemeye aldığınızda öz ailesi ile yetişen ikizde hastalık gelişirken diğerinde hastalığın gelişmediğini görmek mümkün. Yani yatkınlık bile çevresel etkenlerle, sağlıklı bir ortam ve uygun rol modelleri aracılığıyla oluşan öğrenmeyle telafi edilebiliyor.
Hangi Noktada Kişi Bir Uzman Desteğine Başvurulmalıdır? Tedavi Yaklaşımları Nasıl Olmalıdır?
Anksiyete hastaları kaçma, kaçınma ve güvenlik sağlama stratejilerini kullanarak yaşadıkları kaygıdan uzaklaşmaya çalışırlar ve bu yolla hastalıkla başa çıktıklarını zannederler. Ancak bir süre sonra görülür ki hayat giderek kısıtlanmaya başlamış, kişi daralmış bir alan içerisinde sıkışıp kalmıştır. Bu noktada uzmanlar devreye giriyor. O ana kadar, aynı stratejilerle problemin çözülmediğini vurgulayarak, kaygıdan kaçmak yerine kaygıyla baş etme yöntemlerini öğretmek önem teşkil ediyor. Kaygıyla baş edebilmek için önce kaygının hayatın içindeki duygulardan biri olduğunu kabul etmenin ve tüm duygulara olduğu gibi kaygıya da hoş geldin diyebilmenin iyileştirici yönü ile kişi tanıştırılmalıdır. Başka bir deyişle, kaygı rahatsızlık verse de zarar vermeyecektir.
Bana sorarsanız ister anksiyete bozukluğu ister herhangi bir psikiyatrik bozukluk olsun yapılacak en önemli iş kişiye kendi kendinin terapisti olmanın yolunu öğretmektir. Bu kendine güvenmeyi artıracak becerileri kazandırmakla mümkün olur. Her kurumun amacı kendine duyulan ihtiyacı azaltmak olmalıdır. Bu bağlamda ele alırsak bir psikiyatrın amacı da kendine duyulan ihtiyacı en aza indirmek olmalıdır. Aslında anksiyete bozuklukları uygun tedavi yapıldığında en kolay tedavi edilebilen psikiyatrik rahatsızlıklardan biridir. Her bir kaygı bozukluğunda anahtar bir kognisyon olduğunu yani kapıyı açan bir düşünce yapısı olduğu unutulmamalıdır. O temelde yatan düşünce yapısını değiştirecek yani kapıyı açabilecek anahtarı bulduğunuz noktada kaygı bozuklukları daha kolaylıkla tedavi edilir.
Tedavide, kaygıyı azaltmak için tehdit algısını gerçekçi değerlendirmeyi öğretmek, kişilerin kaygı duydukları ortamların çok benzerlerini hayal ettirmek ya da bazen gerçekten o ortama sokarak gelen kaygı ile nasıl başa çıkacağına yönelik becerileri öğretmek gerekir.
Genelde psikiyatride kaçma ve kaçınma davranışı daha fazla bilinir ancak güvenlik sağlama davranışı o kadar bilinmez. Bu da maalesef tedavide sorunlara yol açar. Hastalara, “Kaygıyı yenmenin yolu onun üzerine gitmek.” denilir çoğu kez. Hasta ise “Üzerine gidiyorum ama olmuyor.” şeklinde bir yanıt verebilir. Örneğin, sosyal kaygısı olan birine kalabalık bir ortama gitmesi şeklinde bir öneri yapıldığında kişinin kalabalık ortamda ne tür güvenlik sağlama davranışları sergilediğini bilmek gerekir. Sosyal kaygısı olan kişi ortama girdiğinde yanında güvendiği biri varsa ya da sosyal ortamda yalnızca tanıdığı tek kişi ile iletişime geçtiğinde sosyal kaygısı azalmayacaktır. O zaman üstüne gitme tedavisinin işe yaramadığı şeklinde bir düşünce oluşabilir. Oysa bu egzersizin işe yaramaması eksik yapılması ile ilgilidir. Hasta, verdiğiniz ödevi güvenlik sağlama davranışları ile birlikte yerine getiriyorsa bu davranışları sergilemezse o kalabalık ortama giremeyeceği düşüncesi içine girebilir. Bazen kaygılı kişinin yanında taşıdığı bir ilaç ya da aldığı alkolde bir güvenlik davranışı olabilir. Bu koşullarda kişi kaygı veren ortamda taşıdığı ilaç ya da aldığı alkol nedeniyle kalabildiğini düşündüğünden kendine olan güveni artmayacaktır. Önemli olan kaygı veren ortamda hiç bir tedbir almadan ortaya çıkan kaygı ile başa çıkma becerilerinin kazandırılmasıdır.
Bu yazı Gelişim dergimizin 2017/13 sayısında yayımlanmıştır.