Terakkili’ye Öykü Dalında İkincilik

3365

Tepeören Yerleşkemizden ortaokul öğrencimiz Dila Değirmenci (8 A), VKV Koç Okulları tarafından “Mustafa Koç”un anısını yaşatmak amacıyla il genelinde tüm ortaokul öğrencilerine yönelik düzenlenen “Yardımseverlik” konulu öykü yazma yarışmasında “Mor Begonvil” adlı öyküsüyle İstanbul 2.si oldu.

Mor Begonvil

“Bir daha, bir daha! Ne olur?”, diye yalvarıyordu çocuk. Ninesi, “Tamam ama bu son.” dedi ve başladı anlatmaya: “Rumeli’deki bir köyde yaşardık. Her rüzgâr esişinde burnuna çam ağaçlarının kokusu dolardı. Kara Dirin Nehri aşağıda kalırdı dağa çıktıkça. Zirveye yaklaştığında ağaçların azaldığını görürdün. Koyunlar eşliğindeki yolculuk toprak yola saptığında biter ve evler çıkardı karşına. Buradaki ahali yüzyıllardır aynı yerde yaşamış gerçek Türk soyudur. Taşlı Mahallesi’nin üst tarafında bir yokuş vardır. Önünden minik bir dere akar. İşte burada geçti çocukluğum. Köyümüzde hayvancılıkla uğraşılırdı. Yörenin kadınları bin bir çeşit desenle kilimler dokurlardı. Mutlu, huzurlu bir yaşamımız vardı. Balkan Harbi’nden sonra göç etmemiz gerekti. Yurdumuzdan attılar bizi. Yolda çok dert çektik çok; açlık, hastalık, susuzluk… Sonunda buralara kadar geldik.” Nine çocuğa baktı, çocuk çoktan uyumuştu.

Yıllar geçip gidiyordu ama durum hala aynıydı. Çalıştıkları için çocuğun anne ve babası erkenden evden çıkıp eve geç saatlerde dönüyorlardı. Bu nedenle çocuk zamanının çoğunu ninesiyle geçiriyordu. Günün en sevdiği zamanı da uyku vaktiydi. Ninesinin yaşadığı yerin hikâyesini bıkmadan usanmadan dinlerdi. Fakat bu aralar ninesi pek anlatmak istemiyordu. O akşam da öyle oldu. “Uyku öncesi hikâyeler için çok büyüdün!” dedikten sonra çocuğun üzüldüğünü gören nine, anlatmaya başladı: “Rumeli’deki bir köyde yaşardık. Her rüzgâr esişinde burnuna çam ağaçlarının kokusu dolardı. Ne nehriydi o? Şey nehriydi…”, duraksadı. Çocuk “Kara Dirin Nehri!” diye tamamladı. “Evet, işte o nehir vardı. Zirveye yaklaştığında ağaçların azaldığını görürdün.” dedi ve kaşlarını çatarak yere bakmaya başladı. Çocuğun ona şaşkınlıktan donmuş bir ifadeyle baktığını fark edememişti. “Bir mahalle vardı, oradaki bir derenin yanındaydı evimiz. Sonra… Buralara kadar geldik.” diyerek kestirip attı. Hatırlamak için kendini zorladı ama bir türlü başaramadı. Üstünde büyük bir taş olan, annesinden yadigâr yüzüğünün olduğu eliyle çocuğun başını okşadı. Çocuk daha uyumamıştı çünkü ilk kez ninesi hikâyeyi tam anlatamamıştı. İçinden “Herkes bir şeyleri unutur.” dedi ve uykuya daldı.

Düşündüğü gibi olmamıştı. Olay küçük bir unutkanlık olarak kalmamış, ninesi her geçen gün daha çok şeyi unutmaya başlamıştı. Ninesi hatıralarını siliyor, çocuk bu durumu bir türlü değiştiremiyordu. Ninesiyle her konuşması, yutkunamadığı bir düğüme dönüşüyordu. Ailesi bu durumu yaşlılığa bağlıyordu fakat bu düşünceleri o gün kökten sarsılacaktı.

O gün… Çocuk yol boyunca öğretmeninin bahsettiği meslek seçimi konusunu düşündü. Babasıyla sohbet edebildikleri nadir zamanlardan birinde de bu konu açılmıştı. Babası çok heves etmiş küçükken: Dünyayı değiştirecek bir şeyler yapacağını hayal etmiş hep. Ailesinin durumundan ötürü okulu erkenden bırakması gerekmiş. Çocuk da aynı fikirdeydi. Dünyaya katkıda bulunmadan ölmek istemediğine emindi. Bu düşünceler kafasında dönerken eve geldiğini fark etti.

Eve geldiğinde ninesi televizyon karşısına oturmuş örgüsünü örüyordu. Her zamanki gibi ninesinin yanına gidip gününden bahsetmeye başladı. Okul sonrası sohbetlerde nine her cümlesinden sonra çocuğa “Aferin yavruma!” derdi. Çocuk “Teşekkür ederim. Eve gelip bu sohbeti yapmak bütün yorgunluğumu alıyor.” diye karşılık verirdi ama o gün hiç beklemediği bir cevap aldı. “Bir gün bizim eve de gel. Orası da çok güzeldir.” “Hangi ev?” sorusu durumun ciddiliğini görmeye yetecekti. Nasıl olurdu, hikâyeleriyle her gününe anlam katan kadın, geçmişi tüm berraklığıyla hatırlayan kadın, her şeyi nasıl unutabilirdi? Kafasında bu düşünceler dönüp dururken nine birden: “Annemi özledim. Kocacık’taki evime gideceğim, sen de gelirsin.” dedi. Tam o sırada çocuk bir yanık kokusu aldı. Ninesi hızla mutfağa girdi yemeğin yanmış olduğunu gördü. Sanki yemeği yakan kendisi değilmiş gibi çocuğa bağırıp çağırdı. Bu aralar hiç olmadığı kadar agresifleşmişti.

Doktor “Alzheimer” teşhisi koydu. Bu hastalığın tedavisi daha bulunamadığından yapacak bir şey yoktu. Doktorun dediğine göre ninenin eskiye dönüşleri olduğunda veya insanları karıştırdığında onu düzeltmek gereksiz bir uğraştı. İlk günler aile, sanki her şeyi yeni öğrenen bir çocukla uğraşır gibi ilgilenmişti nineyle. Günden güne bu ilgi azaldı ve çocuk hariç duruma herkes alıştı. O, ona hayatı öğreten, büyürken yanında olan kadının bu hale gelmesini bir türlü kabullenemiyordu. Hayatının hikâyesi yarım kalmıştı. Bu yüzden artık hayatındaki çok şey gibi uykuları da bölük pörçüktü.

Ninesi çocuklaşalı iki yıl olmuştu. Evin etrafını saran mor begonvil, o yaz öyle güzel açmıştı ki gelen geçen çiçeğin fotoğrafını çekiyordu. Çocuk, begonvile her baktığında ninesini hatırlıyordu çünkü begonvil onun en sevdiği çiçekti. Begonvilin rengi soluk, kokusu yitik geliyordu çocuğa. Ninesinin durumu ise çiçeğin tam tersiydi. Kendi çocuğunu ablası sanıyor, torununu tanıyamıyor, hala yirmili yaşlarında olduğunu düşünüyor, zihnindeki senaryolara göre kurup oynuyordu. Öyle ki neredeyse her akşam evlerine gelen misafirler olduğunu bu yüzden Kocacık’a gitmesi gerektiğini söyleyen ninesine aile birçok yalan söylemek zorunda kalıyordu. Havanın kötülüğünden tutun, yol yapım çalışmalarına kadar binbir türlü bahaneyle onu var olmayan bir eve gitmekten alıkoyuyorlardı. O, arada eskide yaşıyor; arada günümüze geliyordu. Bu nedenle her duruma uyum sağlamak zorundalardı. Ama bu bazen zorlaşıyordu. O akşam çocuk çok sevdiği ninesini öyle görmemeyi dilerdi. Ninesini aldı ve yatırmak üzere yatak odasına götürdü. Nine, çocuğa tutuna tutuna ilerlerken durdu, dolabının üzerindeki aynaya uzun uzun baktı ve çocuksu bir edayla “Bak, annem de buradaymış” dedi.

Çocuk o akşam uyumakta zorluk çekti. Yaşadığı sahneyi bir türlü kafasından silemiyordu. Beyin nasıl bir organdı ki insanı bu denli değiştirip evladını, torununu tanıyamayacak duruma getiriyordu. Hayranlık duyduğu o güçlü kadından geriye bir kız çocuğu kalmıştı. Zaman ninesine bunu yaparken onuysa büyütüyor, olgunlaştırıyordu. Büyüyordu büyümesine ama içindeki dolmayan boşluk…

Günler bu hal üzere geçerken nihayet yaz tatili gelmişti. Alzheimer’ın bir çözümü olmalıydı. Pes etmeden beyinle ilgili bulabildiği tüm kitapları karıştırdı. Fakat gerçekten bir çare yoktu. Onca hastalığı yenen bilim, daha bunu yenememişti. Ancak buna bir çare bulunamazsa hayatı boyunca eksik kalacağını biliyordu.

Kurban Bayramı arifesi sabahı çocuğun ninesi vefat etti. Çocuk annesini hiç bu kadar perişan görmemişti. Sıkı sıkı sarıldı ona. Annesi de kulağına boğuk bir sesle: “O gitti, artık yok.” diye fısıldadı. Herkesin gözleri yaşlıydı, özellikle de çocuğun. Gözünü açmak istemedi uzun bir süre. Çünkü açtığında ninesi dışında eve sığmaya çalışan bir sürü insan görecekti. O ise bir sürü insanı değil, sadece ninesini görmek istiyordu.

Artık hangi mesleği seçeceği konusunda soru işaretleri kalmamıştı kafasında. Doktor olacaktı, bu kesindi. Burslu olarak güzel bir üniversite kazandı. Emin adımlarla geleceğine doğru yürüdü, yürüdü… Okulundan en başarılı öğrenci olarak mezun oldu. Bu mezuniyet onun için son değil başlangıçtı.

Yıllarca çalıştı, çabaladı. Alzheimer hastalığının çaresini bulmak için uğraştı. Nihayet başarmıştı. Çok mutluydu. Bir klinik açtı, kliniğin çevresi mor begonvillerle kaplıydı. Kliniğin adını “Kara Dirin Alzheimer Tedavi Merkezi” koydu. Bu klinik binlerce çocuğun dedesine, ninesine torunları hikâyesiz kalmasın diye karşılıksız hizmet verdi. İyileşen her hastayla begonviller daha da güzel kokuyordu.

Dila Değirmenci (8 A)